Gün geçtikçe azalan bir azınlık: Türkiye Rumları

1960’lı yılların ortalarına kadar Türkiye’deki en kalabalık azınlık grubunu oluşturan Türkiye Rumlarının nüfusu, bu tarihlerden itibaren giderek azalmıştır.

Anadolu’daki varlıkları günümüzden en az 3100 yıl geriye giden Türkiye Rumlarını doğup büyüdükleri topraklardan ayrılmaya zorlayan etkenler, Türkiye tarihinden ayrı düşünülemez kuşkusuz. İletişim Yayınları tarafından yayımlanan ‘Türkiye Rumları, Ulus-Devlet Çağından Küreselleşme Çağına Bir Azınlığın Yok Oluş Süreci’ isimli kitapta, 1923 mübadelesinden günümüze kadar uzanan süre içinde Rum nüfusun eriyip yok olma noktasına gelmesine zemin oluşturan süreçler son derece tarafsız ve bilimsel bir bakış açısıyla irdelenmiş.

Tarihçi ve siyaset bilimci Samim Akgönül tarafından, konu hakkındaki geniş bir kaynakçanın detaylı bir şekilde incelenmesinin ardından 2001 yılında Fransızca olarak kaleme alınan kitap, Türkçeye Ceylan Gürman’ın çevirisiyle kazandırılmış.

Strasbourg Üniversitesi’nde öğretim üyesi ve Fransız Ulusal Bilimsel Araştırmalar Merkezi araştırmacısı olan Samim Akgönül, aynı zamanda ABD-NewYork’taki Syracuse Üniversitesi ve Uluslararası İlişkiler Mütercim-Tercümanlık Enstitüsü’nde, Avrupa’da ayrımcılık ve ırkçılık, azınlıklar, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri, Türkiye’nin siyasi ve toplumsal tarihi ve Türk dili üzerine dersler veriyor. Araştırmalarını azınlık kavramı üzerine yoğunlaştıran ve konu hakkında çok sayıda makale ve kitap yayımlamış olan Samim Akgönül’ün ‘Türkiye Rumları’ isimli kitabı, okuyucuya Baskın Oran’ın hazırladığı önsöz ile birlikte sunuldu.

Bu yazıda, ‘Türkiye Rumları’ kitabına da konu olan süreçler ve Anadolu Rumlarının anavatanlarından uzaklaşmak zorunda kalmalarına sebep olan olaylar, tarihsel sıralamaya sadık kalınarak özetlenmeye çalışılacaktır.

Anadolu Rumlarının sürgünü

Demografik ve kültürel açıdan son derece karmaşık bir yapıya sahip olan Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasının ardından, Türk kimliğinin baskın olduğu bir ulus-devlet yaratma çabasına girişildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları, Balkan Savaşları (1912-1913) ve 1920-1922 yılları arasında cereyan eden Türk-Yunan savaşları sırasında, geçmişte Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde yaşayan Rumlar ile çatışma içine girmiş olmalarının da etkisiyle, gayrimüslim azınlıkları yeni kurulan devletin güçlenmesinin önünde bir ‘engel’ olarak görmüş ve çareyi ülke nüfusunu ‘yabancı’ olarak gördükleri gruplardan arındırmakta ve gayrimüslim toplulukların dışındaki Kürt, Çerkes, Arnavut, Laz gibi farklı etnik unsurları asimile etmekte bulmuşlardı.

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında ortaya çıkan bu anlayış, maalesef o günden bu yana devam etmiş ve 20 Kura Askerlik, Varlık Vergisi, 6/7 Eylül Olayları, 1964 yılında Yunanistan uyruklu Rumların sınır dışı edilmesi gibi olaylarla varlığını hissettirmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu anlaşması olan Lozan Anlaşması’nın en önemli sonuçlarından biri, Anadolu’daki Rumların Yunanistan’a, Yunanistan’da yaşayan Müslümanların ise Türkiye’ye zorunlu olarak göç ettirilmesi olmuştu. 30 Ocak 1923 tarihinde Lozan’da Türk-Yunan Mübadelesi’ne ilişkin sözleşme ve protokolün imzalanmasıyla birlikte; İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada dışındaki bölgelerde yaşayan tüm Rumların ve Yunanistan’ın Batı Trakya dışındaki kesimlerinde yaşayan Müslümanların karşılıklı olarak yer değiştirmesi karara bağlandı.

İnsani sonuçları düşünülmeden alınan bu karar neticesinde, Türkiye’de ve Yunanistan’da milyonlarca insan yerinden yurdundan edilerek bilinmezliklerle dolu yeni bir yaşama başlamaya mecbur edildi.

20 Kura Askerlik

Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan kendisine miras kalan çok kültürlü yapıyı tarihi boyunca tehlike olarak görmüş ve azınlıkları daima kontrol altında tutulması gereken gruplar olarak algılamıştır. II. Dünya Savaşı’nın tüm Avrupa’yı kasıp kavurduğu 1939-1945 arası, Türkiye’de azınlıklara karşı en sert uygulamaların gerçekleştirildiği dönemlerden biri olarak tarihe geçmiştir. Avrupa’da faşist ideolojinin baskın hale gelmesinin ve Türk hükümetinin Nazilerin yönetimindeki Almanya ile iyi ilişkiler içinde bulunmasının da etkisiyle yükselen ırkçı eğilim, etnik olarak Türk olmayan unsurları ‘güvenilmez’ olarak damgalamanın altyapısını oluşturmuştur.

Tek dilli, tek uluslu ve tek dinli bir ülke yaratma hayalini kuran yönetici sınıf, 1940’lı yıllarda, bu amacını gerçekleştirmek için Varlık Vergisi yoluyla ekonomiyi millileştirme ve azınlıkları askere alarak İstanbul’dan uzaklaştırma yoluna gitmiştir.

1941 yılında özel taburlarda, silahsız ve yönetmeliğe uygun asker üniforması yerine çöpçülerin giydiği türde bir kıyafet giydirilerek askere alınan 20-40 yaş arasındaki azınlık mensupları, yol ve tünel yapımı, kentlerin güzelleştirilmesi gibi işlerde çalıştırılmış ve bazen birkaç kez, üstelik de önceden haber verilmeden silah altına alınmışlardır. ‘20 Kura Askerlik’ olarak bilinen bu olay neticesinde, askere alınanların İstanbul’da kalan yakınları büyük panik yaşamış ve zor günler geçirmişlerdir.

Devletin kendi vatandaşları olan azınlık mensuplarına karşı takındığı bu tavır, gayrimüslim grupların güvenliklerini tehlikede görerek ülkeden ayrılmaları, Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’na katılması durumunda azınlıkların ‘ülkeye ihanet etmesi’nin engellenmesi ve ekonomik hayattan uzaklaştırılması için planlanmıştı. Bu hedeflere ulaşmada belli ölçüde başarıya ulaştığı söylenebilir. Ekonominin kontrolünün gayrimüslim azınlıklardan alınarak etnik bakımdan Türk kabul edilen vatandaşların eline geçirilmesi doğrultusundaki amaca, 1942 yılında uygulamaya konan Varlık Vergisi yoluyla önemli ölçüde ulaşılmış olacaktır.

Ekonominin Türkleştirilmesi: Varlık Vergisi 

Türkiye, II. Dünya Savaşı’na girmemiş olsa da savaşın olumsuz etkileri ülkede özellikle ekonomi alanında hissedilmiştir. Genç cumhuriyetin ekonomik darboğaza girmesini bahane olarak kullanan hükümet, Varlık Vergisi kanununun resmi gerekçesini, “olağanüstü savaş koşullarının yarattığı yüksek kârlılığı vergilemek” olarak dile getirilmiştir. Oysa basına kapalı olarak yapılan CHP grup toplantısında Başbakan Saraçoğlu’nun vurguladığı gerekçe farklıdır: “Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.”

Tahmin edileceği üzere, Saraçoğlu’nun ‘yabancılar’ olarak tanımladığı insanlar, Türkiye vatandaşı olan gayrimüslim azınlıklardı.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı gayrimüslimlere kazançlarının kat be kat üzerinde vergi öngören bu kanun, 11 Kasım 1942 tarihinde Meclis’ten geçmiş ve hemen akabinde uygulanmaya başlamıştı. O dönemde İstanbul defterdarı olan Faik Ökte, sonraki tarihlerde kaleme aldığı anılarında (‘Varlık Vergisi Faciası’, Nebioğlu Yayınevi: 1951), Varlık Vergisi’ni bir facia olarak tanımlamış ve vergi toplama esnasında gayrimüslimlere yapılan ayrımcılığı “yan yana aynı dükkânda çalışan, aynı kirayı veren ve aynı istidatta olan Müslim ve gayrimüslim iki vatandaşa tarh ettiğimiz vergilerin arasındaki ölçüsüz fark, verginin ilanı günü foyamızı meydana vurmuştu” diyerek ortaya koymuştu.

Kazançlarının çok üzerinde bir vergiyi ödemeye mecbur edilen, üstelik itiraz hakları da bulunmayan gayrimüslimler, 15 gün olarak belirlenen sürede gerekli parayı toplayamadıkları için yaş farkı gözetilmeden kamu işlerinde çalıştırılmak üzere Erzurum’un Aşkale ilçesine ve Eskişehir yakınlarındaki Sivrihisar’a sürgüne gönderilecekler ve bu da ayrı bir insanlık dramı olarak tarihe geçecektir. Toplam 2057 kişinin gönderildi kamplarda son derece güç koşullarda, ağır işlerde çalıştırılan Rum, Ermeni ve Musevilerin içlerinde bir daha İstanbul’a dönemeyenler olmuştur.

TBMM, Batı basınında Varlık Vergisi uygulamasını ağır bir biçimde eleştiren yazıların yayımlanmasının ardından, 17 Eylül 1943’te, henüz tahsil edilmemiş vergilerin silinmesine karar verdi. Böylece, Varlık Vergisi kurbanları, yaklaşık 10 aylık bir sürgünün ardından evlerine dönebildiler.

Varlık Vergisi’nin en önemli sonucu, gayrimüslimlerin ekonomik alanda büyük güç kaybına uğramaları ve ekonominin etnik bakımdan Türk sayılan kesimlerin eline geçmesi hedefinin bir ölçüde gerçekleştirilmiş olmasıdır.

6/7 Eylül kâbusu

1945 ile 1955 arasındaki on yıllık süre, İstanbul Rumları ve diğer gayrimüslim azınlıklar için nispeten rahat bir dönem oldu. CHP’nin 20 Kura Askerlik ve Varlık Vergisi uygulamalarıyla ortaya koyduğu milliyetçi ve azınlık karşıtı politikadan rahatsızlık duyan gayrimüslimlerin büyük bir kısmı, çok partili rejime geçilmesinin ardından Demokrat Parti’yi destekledi. Demokrat Parti 1950 yılında geniş bir halk desteğiyle iktidara geldi ve özellikle ekonomideki liberal politikalarıyla uzun yıllar azınlıkların desteğini korumayı bildi.

1951’de Yunanistan ve Türkiye’nin eş zamanlı olarak NATO’ya girmesinin de etkisiyle iki ülke arasındaki ilişkiler olumlu bir sürece girmiş ve durum İstanbul’daki Rumları da olumlu olarak etkilemiştir.

Ancak, 1955 yılında Kıbrıs olaylarının patlak vermesiyle birlikte Yunanistan ve Türkiye arasındaki ilişkiler bozulmaya başladı ve ne yazık ki bu durum Türkiye’de yaşayan Rumların yaşamında son derece olumsuz etkiler yarattı. Hükümet yetkilileri ve popülist basının Patrikhane, Heybeliada Ruhban Okulu ve genel anlamda Rumlar hakkında yaptıkları suçlayıcı yayınlar ve açıklamalar Türkiye’de zaten gergin olan ortamı saldırılara açık hale getirdi ve Rum karşıtı bir havanın doğmasına sebebiyet verdi. İstanbul Ekspres gazetesinin 6 Eylül 1955 akşamı Atatürk’ün Selanik’teki evine bombalı saldırı düzenlendiği şeklindeki yalan haberi manşetten duyurması üzerine, aylardır basın ve hükümet tarafından beslenen Rum karşıtı hava, önüne gelen her şeyi yakıp yıkan bir vandalizm gösterisine dönüştü ve Türkiye tarihinin en karanlık sayfalarından birini oluşturan 6/7 Eylül olayları meydana geldi.

6 Eylül akşamı önceden planlaşmışçasına Taksim civarında toplanan kalabalıklar, Rumlara ve diğer azınlıklara ait işyerleri, mağazalar ve evlere taş ve sopalarla saldırmaya başladılar. Kısa sürede, azınlıkların yoğun olarak yaşadığı diğer semtlere ve adalara da yayılan olayların neticesinde meydana gelen maddi hasar inanılmaz boyutlardaydı.

6/7 Eylül Olayları’nın arkasındaki sis perdesi hâlâ tam olarak dağılmamış olsa da, görgü tanıklarının büyük bir bölümünün binlerce kişinin ellerinde aynı boyda kesilmiş sopalarla birdenbire saldırıya geçtiği yönündeki ifadeleri bilinmektedir. Ayrıca gayrimüslimlere ait işyerlerine ve evlere önceden tespit edilmiş gibi saldırıda bulunulması, olaylarda devlet güçlerinin parmağı olduğu yönündeki kanıyı kuvvetlendirmektedir. Saldırılara şahit olanlar arasında, üniformalı kişilerin yağmacılara gayrimüslimlere ait işyeri, dükkân ve evleri göstererek onları yönlendirdikleri şeklinde ifade verenler bulunmaktadır.

Saldırılar durulduktan sonra olayın boyutlarını gören hükümet, suçu komünistlere atmaya çalıştı, ancak bu konuda inandırıcı olamadı.

Demokrat Parti hükümetinin askeri darbeyle devrilmesinin ardından 1960 yılında yapılan Yassıada duruşmalarında, hükümetin olaylarda sorumluluğu olduğu ortaya çıkacaktır.

Varlık Vergisi ve 6/7 Eylül Olayları’nın ardından Türkiyeli Rumların bir kısmı İstanbul’dan ayrılmış olsa da, Rumların asıl göçü 1964 yılında, Kıbrıs olaylarına misilleme olarak alınan, Yunanistan uyruklu Rumların göç ettirilmesi kararının ardından yaşanmıştır.

Yunanistan uyruklu Rumların sınır dışı edilmesi

Kıbrıs sorunu 1960’lı yıllarda da İstanbul Rumlarının yakasını bırakmadı. Kıbrıs’ta yaşanan olayları haber yapan Türk basını, sanki yaşananların sorumlusu İstanbullu Rumlarmış gibi bir tavır takındı ve Rumları EOKA’nın faaliyetlerine destek olmakla ve Kıbrıslı Rumlara para göndermekle suçladı. Hükümetin ve popülist basının zemin hazırladığı Rum karşıtı ortam, 1964 yılında Yunanistan uyruklu Rumların İstanbul’dan sınır dışı edilmelerinin altyapısını oluşturacaktı.

1930 yılında İsmet İnönü ve dönemin Yunanistan Başbakanı Venizelos arasında imzalanan İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Anlaşması, 1923 mübadelesiyle Yunanistan’a gitmiş ve Türk uyruğunu kaybederek Yunanistan uyruğuna geçmiş olan Rumlara İstanbul’a geri gelme, burada yerleşme ve çalışma hakkı tanımıştı.

1960’lı yıllarda Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasındaki çatışmalar kızışınca, Türk hükümeti, 1930 anlaşmasıyla İstanbul’a geri dönen Yunan uyruklu Rumları misilleme amacıyla kullanma yoluna gitti. 1964 yılında İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Anlaşması’nı tek taraflı olarak feshederek tüm Yunan uyruklu Rumları ülkeden sınır dışı etmeye başlayan hükümet, Rumların Türk bankalarındaki hesaplarını bloke etti ve gayrimenkullerine el koydu. Kentten sürülen Yunan uyruklu Rumların yanlarına sadece bir bavul ve 200 lira almalarına izin verildi. Sürgün edilen kişilerin içinde yaşı 70’in üzerinde olanlar, engelliler ve hastalar da vardı.

1964 yılının sonuna kadar Yunan uyruklu tüm Rumlar sınır dışı edildi. Ancak gidenler sadece Yunan uyruklular değildi. Evlilik, akrabalık ve iş ilişkisi yoluyla onlarla bağlantı halinde olan Türk uyruklu Rumlar da bu tarihten sonra İstanbul’u yavaş yavaş terk etmeye başladılar.

Rum nüfusu hızla yok olurken...

1964 yılından Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri harekâtla müdahale ettiği 1974 yılına kadar geçen süre içinde Türkiye Rumlarının büyük bir bölümü Yunanistan’a ya da Avrupa’nın diğer ülkelerine ve Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmişti. Her ne kadar 1964 yılındaki sınır dışı edilme olayından sonra Türkiye Rumlarına ya da diğer azınlık gruplarına yönelik toplu bir şiddet eylemi meydana gelmemiş olsa da, Rum ve azınlık karşıtı politikalar ve uygulamalara devam edildi.

1970’li yıllarda Türkiye çok zor bir süreçten geçiyordu: Ülke içinde kargaşa artmış ve değişik siyasi görüşlerin tarafları arasındaki çatışmalar üniversitelerdeki güvenliği de tehdit eder boyuta ulaşmıştı. Dönemin hükümeti, 1971 yılında üniversitelerin tamamen siyasallaşmasını ve silahlı öğrenci gruplarının arasındaki çatışmaları gerekçe göstererek özel üniversiteleri kapatma kararı aldı. Kapatılan eğitim kurumları içinde Rum Ortodoks cemaatine din adamı yetiştiren Heybeliada Ruhban Okulu da bulunmaktaydı. Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmaktansa okulu kapatmayı tercih eden Patrikhane, ne yazık ki 1971 yılından beri cemaatine din adamı yetiştiremez durumdadır.

1971’de kapatılan özel üniversiteler daha sonra yeniden açılmışsa da, Heybeliada Ruhban Okulu’nun eğitim faaliyetlerine devam etmesi için gerekli olan izin verilmedi.

Dönemin hükümetinin Kıbrıs’taki çatışmalara karşı kendi vatandaşı Rumları kullanarak yapacağı diğer bir misilleme ise gayrimüslim vakıfları yoluyla olmuştur. Azınlık karşıtı birçok uygulamada olduğu gibi, sadece Rumları değil tüm gayrimüslim azınlıkları etkileyen kararda, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan gayrimüslimlerin tüzel kişilikleri ‘yabancı’ olarak nitelendirilmiş ve gayrimenkul elde etmelerinin ‘sakıncalı’ olduğu iddiası dile getirilmiştir. Vatandaşlar arasında açıkça ayrımcılık yapan, farklı dini ve etnik özelliklere sahip oldukları için azınlıkları ‘yabancı’ ve ‘tehlikeli’ olarak gören bu anlayış neticesinde, gayrimüslim vakıflarının 1936 yılında verdikleri beyannamede adı geçmeyen, bu tarihten sonra elde edilmiş tüm taşınmazlarına devlet tarafından el konmuş ve bu uygulama azınlık karşıtı politikaların en canlı kanıtlarından biri olarak hafızalarda yerini almıştır.

1974 Kıbrıs Harekâtı’nın yarattığı korku ve savaş ortamı o tarihe kadar İstanbul’da kalmayı başarmış Rumların bir kısmının daha ülkeyi terk etmesine neden oldu.

Aynı tarihte Yunanistan’da Albaylar Cuntası devrilmiş ve demokratik ortam hızla gelişmeye başlamıştı. Yunanistan’da yaşanan bu olumlu gelişmeler de Türkiye Rumlarının göç etmesinin sebeplerinden biri olarak kabul edilebilir.

1980’lerde, Türkiye’ye gelmek isteyen Yunan uyrukluların vize alma zorunluluğunun kaldırılması, 1964’te sınır dışı edilen binlerce Rum’a İstanbul’a geri dönme olanağının tanınması ve bu kişilerin gayrimenkulleri üzerindeki blokajın kaldırılması gibi olumlu gelişmeler yaşanmış ancak tüm bunlar Türkiye Rumlarının anavatanlarındaki varlıklarının her geçen gün azalmasına engel olamamıştır.

Anadolu tarihi ve kültüründen ayrı düşünülemeyecek bir halk olan Anadolu Rumları gün geçtikçe azalmaya, doğup büyüdükleri toprakları terk etmeye devam ediyorlar. Bugün İstanbul’da yaşayan Rumlarının sayısının 1500 civarında olduğu tahmin ediliyor. 1927 nüfus sayımının sonuçları o dönemde İstanbul’da 100 binin üzerinde Rum’un yaşadığını gösteriyordu.

İstanbul’u İstanbul, Anadolu’yu Anadolu yapan renklerden biri gün geçtikçe siliniyor ve yerini sevimsiz bir griye bırakıyor. Bize de elimizden kayıp giden geçmişimizi satırlara dökmek kalıyor.

Özlem Ertan

Agos Gazetesi - 19.10.2007